5 Mayıs 2013 Pazar

Florence Nightingale

     Merhabalar! Bugün dünyanın en ünlü hemşiresi Florence Nightingale konuğumuz olacak. Florence, 1820 yılında İngiltere'de üst sınıf bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Ailesinin tüm itirazlarına rağmen kalbinde hemşire olma aşkıyla büyüdü. O dönemde hemşirelik, soylulara yakışan bir meslek değildi fakat bu Florence'ın içindeki hemşirelik sevdasını söndürmedi. 1844 yılında hastanede tedavi gören bir yoksulun bakımsızlıktan ölmesi büyük yankı uyandırdı. Bu aslında beklenmeyen bir şey değildi, o dönemde hastaneler çok kötü koşullar altında hizmet sunuyordu. Florence'ın ilk adımı bu kötü şartları düzeltmek adına oldu. 
     1850 yılında Lutheryan topluluğunu ziyaret etti ve hasta bakıcıların tedavi yöntemlerini öğrendi. 1854 yılında ise Kırım Savaşı sayesinde adını duyuracaktı. İngiltere, Fransa ve Rusya savaş halindeydi. Birçok asker ölüyor, yaralananların çok azı hayatta kalmayı başarıyordu. İngiltere Savaş Bakanı bu duruma itiraz etti ve Florence'ı İstanbul'a, yaralı İngiliz askerlerini tedavi etmeye yolladı. Yanına 38 gönüllü hemşireyi alan Florence, Üsküdar'daki İngiliz kampına varır varmaz durumun ne kadar kötü olduğunu anladı. Kamp alanında havalandırma sistemi yoktu, hastalara yeterli gıda sağlanmıyordu ve askerler savaş yaraları olduğu için değil enfeksiyon kaptıkları için ölüyordu. Duruma hemen el attı ve diğer hemşirelerle birlikte baştan aşağı tüm tıbbı malzemeleri temizlediler. Ölüm oranlarının azalmasını umuyordu ama ne yazık ki tam tersi gerçekleşti. Ölümler azalmaktan ziyade çoğalıyordu ve Florence ne yapacağını bilmiyordu. Bunun üzerine İngiltere'den destek ekibi çağrıldı ve ölüm oranları büyük ölçüde azaldı. Bu deneyimi ileride Florence'a hastanelerdeki sağlık koşullarının ne kadar önemli olduğu hakkında çalışmalar yapmasını sağladı. 
      Elinde lambasıyla gece gündüz demeden her hastayla bizzat ilgilenen Florence'a "Lambalı Kadın" lakabı takılmıştı. Onu gören her yaralının yüzünü bir gülümseme kaplıyor ve bu kadar ilgiye alışık olmayan askerler kendilerini daha huzurlu hissettiği için sağlıklarına daha çabuk kavuşuyorlardı. Bütün bunlar Florence'ın dünya çapında adeta bir melek olarak tanınmasına yardım etti. Ülkesine geri döndüğünde bir kahraman olarak karşılandı fakat bu yoğun ve yorucu çalışma Florence'ı hasta etmişti. Döndüğü zaman malta humması denen bir hastalığa yakalandığı ortaya çıktı. Hastalık onun için ufak bir engeldi, o hala sağlıkla alanında çalışmalar yapmaya ve şartları iyileştirmeye devam ediyordu.
      Florence Türkiye'de yaşadığı zamanlarda kaplıcaların şifasını keşfetmişti. Yazdığı mektuplarda hastalarına kaplıca tedavilerini öneriyor ve özel diyetler yazıyordu. Onun adına bir yardım fonu açıldı ve toplanan paralar hemşire olmak isteyen insanların masraflarına ayrıldı. Bu fondaki parayla aynı zamanda Londra'da St. Thomas Hastanesi bünyesinde Nightingale Yetiştirme Okulu kuruldu yani bugünkü adıyla Florence Nightingale Hemşire ve Ebelik Okulu.
      Florence 1860 yılında ilk kitabı olan Hemşirelik Notları'nı yayımladı. Bu kitap birçok hemşire adayına kaynak oldu ve sağlık şartlarının iyileştirilmesine yönelik faaliyetler hız kazandı. Bunca çalışma beraberinde yorgunluk hastalığını getirdi. Önce kör olan Florence Nightingale 13 Ağustos 1910 yılında hayata gözlerini yumdu. Portresi, 2002 yılına kadar İngiliz banknotları üzerinde kullanıldı. Kendini mesleğine adayan ve gelen tüm evlilik tekliflerini reddeden bu kadının tek isteği hemşireliği prestijli bir meslek haline getirmekti. Yüreğinde bu sevdayla yanıp tutuştu ve sonunda gözle görülür ölçüde hemşirelik mesleğini geliştirdi. Belki ailesi yoktu ama o, hemşireleri ve hastaları ona göre büyük bir aileydi. 
   

28 Nisan 2013 Pazar

Mata Hari

     Bir haftalık beklenmeyen bir aradan sonra tekrar merhabalar. Bugün menümüzde tarihin en ünlü kadın ajanı var: Mata Hari. 
     Margaretha Geertruida Zella ismiyle, 7 Ağustos 1876'da Hollanda'da doğdu. Babası başka bir kadın için onları terk ettikten ve annesi de buna dayanamayıp öldükten sonra yapayalnız kaldı. 19 yaşında gazetede gördüğü evlilik ilanıyla hayatının yönü değişti. O dönemlerde gazeteye evlenmek için ilan vermek çok modaydı ve Margaretha da ilana cevap verdi. Aralarında 21 yaşlık bir fark olmasına rağmen, Margaretha ve Yüzbaşı MacLeod evlendi. Bir erkek ve bir kız çocukları oldu. 1897'de Endonezya'ya gidip yeni bir hayat kurmak üzere gemiyle açık denizlere yol aldılar. 
     Endonezya yaşamı hiç umdukları gibi çıkmadı. Asya iklimi, salgın hastalıklar, erkek çocuklarının ölümü ve MacLeod'un sürekli tayin edilmesi derken çiftin ilişkisi yavaş yavaş ölüyordu. Nitekim, çift bir umut Amsterdam'a taşındı fakat MacLeod'un ilişkilerini iyileştirmeye mecali yoktu. Margaretha ve kızını terk edip kaçtı. Margaretha, kızının velayetini aldı, onu bir akrabalarına bıraktı, Paris'e taşındı ve hayatı asla eskisi gibi olmadı. 
     Paris'te güzelliğini kullanarak yaşamaya başladı. Modellik yaptı fakat gene de istediği kadar para kazanamıyordu. Taşınmalar ve yeni bir hayata başlama ümitleriyle dolu birkaç yıl geçirdi ama sonunda şans yüzüne güldü. Paris'e bir sonraki gelişinde, Baron Henry de Marguire ile tanıştı ve şatafat ve lüksün kapılarını açmış oldu. Binicilik öğretmenliği yaptı ve sirklerde çalışmaya başladı. Sirkteki bir arkadaşı boş vakitlerinde ona dans etmeyi öğretti. Endonezya'da geçirdiği yıllar, o dönem Doğu egzotizminin Avrupa'yı ele geçirmesi ve Margaretha'nın egzotik güzelliği onu, bunları kullanmaya itti. Pek iyi dans edemiyordu ama en azından Avrupalılara özgü bir şeyler yaratmaya çalışıyordu. İlk sahne performansında kendini Lay Macleod olarak tanıttı. Kimliği hakkında sürekli yalan söylüyordu ve git gide daha kolay yalan söylemeye başladı. Doğu sanatlarıyla ilgili bir müzenin sahibi olan Emile Guimet'in dikkatini çekti ve bambaşka bir isim, bambaşka bir kimlikle müzede dans etmeye başladı. O artık Mata Hari'ydi. 
     Egzotik dansları dilden dile sonra da Avrupa'ya yayıldı. Dans başlığı altında başka şeyler de yapmaya başladı. Artık Avrupa'nın en büyük metresi ve fahişesi kabul ediliyordu. Soylu insanlar, askerler, bakanlar hep onun müşterisiydi. Yaşı 38 olduğunda biraz gözden düşmeye başlasa da asıl macerası şimdi başlıyordu. 
     Konumu ve "müşterileri" sayesinde Mata Hari kendini bir şekilde Alman Gizli Servisi'nde buldu. Casusluk eğitimini tamamladı ve H21 kod adını aldı. Eğitimi bitince Paris'e geri döndü. Görevi dans eder gibi yapıp bilgi toplamaktı. Fransız Gizli Servisi, onun Almanlar adına çalıştığını fark etmişti ama güçlü bağlantıları onu dokunulmaz kıldığı için bir şey diyemiyorlardı. O zaman tek bir çare kalıyordu: Mata Hari'yi çift taraflı ajan olarak kullanmak. Mata'ya Almanlar için çalışıyormuş gibi yapıp Fransızlar için çalışması teklif edildi ve Mata bunu kabul etti. Fakat Fransızlar bu yeni yetme ajana güvenmiyorlardı.  Bu yüzden bir tür "sınama" olarak Belçika'ya gönderildi. Mata Fransızlara ihanet ederek, altı Fransız ajanının Almanlar tarafından öldürülmesine neden oldu. Bu sefer de Almanların aklı karışmıştı ve Mata'ya olan güvenleri sarsılmaya başladı. Aynı günlerde İngiliz Gizli Servisi'de Mata Hari'ye gözünü dikmişti. Gene de Mata Hari, süngüsü yerde Paris'e geri döndü.
     Savaşlarda başarısız olan Fransa, bir günah keçisi arıyordu ve bu keçi Mata Hari oldu. Onu Fransa'yı yok etmeye çalışmakla suçladılar ama sağlam bağlantıları nedeniyle Fransa'nın gene eli kolu bağlıydı çünkü Almanlar her ne kadar Mata'ya karşı güvenlerini kaybetmiş olsalarda, onu el altında tutuyorlardı. Mata Hari bir kez casusluğu tatmıştı ve bırakmaya hiç niyeti yoktu. Dişiliğiyle Fransız, İngiliz ve Rus ajanları tuzağa düşürdü ve teker teker dillerini çözerek gizli bilgileri öğrendi. Bu bilgileri şifre kullanarak Almanlara gönderdi. Almanların isteği üzerine Madrid'de gitti. Mata, Parie'e döndükten sonra tutuklandı ve evi didik didik arandı. Evimde bulunan Alman markları ve görünmez mürekkep onun binlerce Fransız askerinin ölümünden sorumlu tutulmasına yetti. Ayrıca Almanlarla işbirliği içinde olduğu kanıtlanınca Mata'nın kurtulmak adına yapabileceği bir şey kalmamıştı. Bağlantılarından dolayı dokunulamayan Mata Hari'yi Fransızlar sonunda köşeye sıkıştırmıştı. 
     15 Ekim 1917'de 41 yaşındayken idam mangasının kurşunlarıyla hayatını kaybetti. Çoğu tarihçi Mata'nın casusluk ve dansı birleştirip ülkeleri birbirine düşürmesini "Kendi kendime çok eğlenebilen bir kadınım. Bazen kaybeder, bazen kazanırım." sözleri yüzünden basit egzotik bir heves
 olarak görse de, günümüzde hala "femme fatale" yani ölümcül dişi olarak tanınıyor. Mata Hari hakkındaki bilgiler Fransız hükümeti tarafından 100 yıllığına mühürlendiği için elimizde çok bir bilgi yok ama bu bilgiler de onun tarihi değiştiren bir kadın olarak anılmasına yetiyor.

14 Nisan 2013 Pazar

Margaret Thatcher

     Evet gelelim bu haftanın bomba kadınına. Siyasetten çok anlamasam da, sevmesem de Margaret Thatcher'ı her zaman çok etkileyici bulmuşumdur. Bu yüzden bu haftaki blog yazımı, bu haftanın başında hayatını kaybeden Margaret Thatcher'a ayırmak istedim.
     Margaret Hilda Roberts, 13 Ekim 1925'te tezgahtar bir ailenin kızı olarak İngiltere'de dünyaya geldi. Çok çalışkan bir kızdı. Oxford'a burslu bir şekilde girip, kimya okudu ve bölümünü onur derecesiyle bitirdi. Ailesinin de etkisiyle Methodist Hristiyan olarak büyümüştü ve üniversitesinin Muhafazakarlar Derneği Başkanı seçildiğinde politik görüşü yavaş yavaş şekillenmeye başlamıştı. 
     Margaret, kimyanın yanında hukuk da okudu ve 1950 yılında siyasete ilgisi iyiden iyiye artmıştı. Bu yıllarda Muhafazakar Parti'nin en genç üyesiydi. Aynı yıllarda Margaret, zengin bir iş adamı olan Denis Thatcher ile evlendi ve Margaret Thatcher adıyla tüm ülkeye adını duyurmaya başladı. Erkek eşcinselliğini, kürtajı ve boşanmanın kolaylaştırılmasını savunan az sayıdaki muhafazakarlardan biriydi ve parlamentoya girmek için birçok kez başvurdu. Defalarca reddedildi fakat en sonunda istediğine ulaştı. Margaret Thatcher, 35 yaşında, Başbakan Heath'in kabinesinde Eğitim ve Bilim Bakanı olarak parlamentoya giren ilk kadın olmuştu. 
     Bakanlığının ilk günlerinde, bütçe kısıntısını uygulamaya koydu. Küçük çocuklara dağıtılan bedava süt uygulamasını kaldırdı ve dikkatleri çok fazla üstüne çekti. Bununla yetinmeyen Thatcher, kütüphane ve okul ücretlerini de zam yaptı. Halk tüm oklarını ona doğrulturken, okul yemeklerine zam yapmaktan son anda vazgeçti. Muhafazakar Parti, bir sonraki seçimlerde hezimete uğradı ve Thatcher gölge kabinesinde Çevre ve İskan Bakanı oldu. Yaptığı değişikliklerle tekrar gündeme oturan Thatcher gözünü Heath'in koltuğuna dikmişti. 1975 yılındaki seçimlerde Heath'e fark atan Margaret Thatcher artık İngiltere'nin ilk kadın başbakanıydı. 
    Başbakanlığa hızlı başlayan Thatcher, ilk iş olarak Rus hükümetine ağır eleştiriler savurdu. Bu tutumu ona hayatı boyunca taşıyacağı ünvanı getirdi: Demir Leydi. Leydi'nin Ruslardan sonraki hedefi artık İngiltere'de neredeyse dokunulmazlık taşıyan kamu iktisadi teşekkülleriydi. Hepsini gözünün yaşına bakmadan özelleştiren Thatcher, bununla da yetinmedi ve British Airways, British Steel ve British Telecom şirketlerini de özelleştirdi.
    Belki de Thatcher'ı en çok gündeme oturtan hareketi Arjantinle savaşa girmesiydi. Arjantin, Falkland Adaları'nı işgal etmişti ve Demir Leydi'nin buna göz yumması imkansızdı. Kaybedilen çok sayıda mühimmat ve asker vardı ama bunlar Thatcher'ı durdurmadı. Savaştan sonra şehit asker ailelerine kendi elinden mektuplar yazdı. 
    Thatcher daha birçok politik işe imza attı fakat ben bunlardan bahsetmek istemiyorum. Thatcher kadınların siyasi hayata atılmaya başlanmasındaki en büyük etkendi. Bir siyasi idol olarak kadın-erkek pek çok politikacının ilham kaynağı oldu. Dönemin İngiltere'sinde tek başına kadın siyasetçi olarak kabinede ayakta durmaya çalıştı. Hem anne, hem eş, hem de siyasetçiydi. Yaptıkları kimi kesimlerin hoşuna gitti, kimilerinin gitmedi. Demir Leydi ünvanını kararlılığının sembolü olarak gururla taşıdı. Okullarda süt dağıtımını kaldırdığı için "süt hırsızı" da oldu, kraliçe tarafından verilen ve İngiltere'nin en büyük nişanlarından biri olan "Likayat Madalyası" da aldı. Kendi adıyla anılan bir ekonomik felsefe doğurdu. Erkek egemen bir toplumda Başbakanlığa kadar yükseldi ve Rusya başta olmak üzere birçok devlet "adamı"na kafa tuttu. O dönemi düşünürsek bir "kadının" bunca "adamın" karşısında bunları yapabilmesi takdire şayandı. 8 Nisan 2013'te hayata gözlerini yumduğunda adına törenler de düzenlendi, "Ding Dong! The Witch is dead."(Cadı öldü) diyerek şarkı da yayınlandı. Yaptığı siyasi işler çok konuşuldu, eleştirildi ama ben ona her şeyden önce bir kadın gözüyle bakıyorum ve yaptıklarından çok cesareti ve kararlılığı benim için ön planda. 
    Haftaya görüşmek üzere!
    

7 Nisan 2013 Pazar

Helena Rubinstein

      Yeterince kanlı ilk bomba kadınımızdan sonra biraz şenlenelim dedim ve bu haftayı "Çirkin kadın yoktur, tembel kadın vardır." sözlerinin sahibi, ünlü kozmetik firmasının kurucu Helena Rubinstein'a ayırdım.
      Helena, kesin bir bilgi olmamakla birlikte, 25 Aralık 1870 yılında Polonya'da doğdu. Tüccar bir babayla ev hanımı annenin 8 kızının en büyüğüydü. Büyüyünce ailesi tıp eğitimi almasını istedi ve Helena aile baskısıyla İsviçre'de bir tıp okuluna başladı. Başarılı değildi ve okulu bırakmaya karar verdi. Bunun üstüne tekrardan ailesi devreye girdi ve evlenmesi salık verildi. Helena zengin bir kocanın eline bakıp evde oturacak bir kadın değildi. Bu yüzden Avustralya'ya kaçtı. Avustralya'da bir yandan İngilizce öğrenirken, bir yandan da sıcak havadan dolayı kadınların ciltlerinin çok kuru ve bozuk olduğunu fark etti. Zamanında annesinin kimyager bir arkadaşı, onlar için süt ve başka maddelerin karışımı olan bir krem yapmıştı. Helena'nın kremi zamanla Avustralyalı kadınların ilgisini çekmeye başladı. Birçok kafe ve çay evinde çalışıp para biriktiren Helena, tanıştığı genç bir ressam olan J.T. Thompson'ın desteğiyle ilk salonunu açtı ve dağdaki çobanın bile sürdüğü bu basit formüllü kremi Créme Valaze adıyla piyasaya sürdü.
      Kreme olan inanılmaz ilginin farkında olan Helena, işleri büyütme kararı aldı. Paris'te Avrupa'nın en büyük uzmanlarından ders almaya başladı. Paris'te ilk salonunu açtı. Bu arada Avustralya'da tanıştığı ve kendisi gibi Polonyalı asıllı olan yazar Edward William Titus'a aşık olan Helena, 1908'de evlendi. Evliliğinin ardından Londra'ya taşındı ve burada da Helena Rubinstein's Salon de Beauté Valazé adıyla bir güzellik salonu açtı. Helena bununla da yetinmedi. Polonya'daki kardeşlerinin ve Dr.Lykusky yardımıyla kremlerini yapmaya devam ediyordu. Londra'daki güzellik salonunu, Sidney ve Yeni Zelanda'daki şubeler izledi. Helena Rubinstein ismi artık her yerdeydi.
      Helena makyajla çok ilgilenmemişti, daha çok cildi güzelleştirmeye yarayan bakım kremleri yapıyordu fakat zamanla göz farından başlayarak yeni makyaj malzemelerini piyasaya sürdü.
      1914'te oğullarının doğmasıyla birlikte kısa bir süre işlerine ara verdi ve tekrar Paris'e taşındı. Bu arada Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Polonya asıllı olmaları sebebiyle kocası ve çocuklarıyla Amerika'ya kaçtı. O dönemde bile, Amerikalı kadınların makyaj ve cilt bakımı konusunda ne kadar kötü durumda oldukları Helena'nın gözünden kaçmadı. Dur durak bilmeden ilki New York'ta olmak üzere Boston, Washington ve daha birçok eyalette salonlar açtı. Fakat piyasada önceden olduğu gibi yalnız değildi. Elizabeth Arden'le kıyasıya rekabet içinde olan Helena, keskin zekasını kullarak "Güzellik Günü" projesini uygulamaya koydu. Reklamlarında orta sınıftan hoş bir kadını kullanıyordu. Bu reklamların söylediği tek bir şey vardı: Herkes güzel görünebilir. Zaman içinde bütün rakiplerini saha dışına atarak zirveye oturdu.
      1928 yılında eşi Titus'tan ayrıldı ve Amerikadaki yatırımlarını devrederek Paris'e geri döndü. Burada bir tane daha güzellik merkezi açan Helena, içini dekoratif sanat eserleri ve antikalarla döşedi ve salonunu sanatçıların uğrak yeri haline getirdi. Amerika'daki Büyük Kriz'i fırsat bilerek devrettiği şirketini çok daha ucuza geri aldı. 15 eyalette daha salonlar açtı ve artık Helena'nın hisse değerleri milyar dolarlara çıktı. 
      1938 yılında Tchkonia ile evlenen Helena, bazılarına göre reklam evliliği olsa da, bu evliliği lehine çevirdi. Kocanın adını verdiği erkek kozmetik ürünleri piyasayadı bu sefer. 
      Helena Rubinstein Vakfı'nı 1953 yılında, yatırımlarını kontrol etmek için kurdu. Aynı zamanda İsrail'e oldukça fazla bağışlarda bulundu.
     Servetine rağmen çok cimri olmasıyla tanınıyordu. Bir yandan mücevher koleksiyonuna gözü gibi bakarken, diğer yandan 5 dolarlık pijamalar giyiyordu. Hatta evine giren ve Helena'da dahil olmak üzere evdeki herkesi bağlayan hırsızlara, ölümü göze alarak altınların ve mücevherlerin yerini söylememişti. Bir oğlunu kaybetmişti, geriye sadece diğer oğlu kalmıştı. Parlak zekası ve şansı, yaşadığı zorlukları en aza indirmişti. Her şeye rağmen arkasında 100 milyon dolar, vakıflar ve hala kadınların inanılmaz rağbet ettiği Helena Rubinstein adını bırakarak 1 Nisan 1965'te New York'ta öldü.

31 Mart 2013 Pazar

Elizabeth Bathory

    Elizabeth Bathory, nam-ı diğer Kanlı Kontes, 7 Ağustos 1560'da Macaristan sınırları içerisinde doğmuştur. Mensup olduğu Bathory ailesi ülkenin en soylu ailesi olmakla birlikte en kanlı ve acımasız ailesiydi. Yeni araştırmalar ve dönemin kayıtları gösteriyor ki, Elizabeth Bathory'nin Kanlı Kontes unvanını hak etmesi için pek de bir şey yapması gerekmemiştir. Amcalarından biri satanist ayinlerine hayranken, halası Clara Bathory hizmetçilerine işkence yapmayı seven bir biseksüeldi ve erkek kardeşi sapkınlıklarıyla meşhurdu. 
Elizabeth daha 6 yaşındayken belki de kişiliğini baştan aşağı değiştirecek bir olaya şahit oldu. Yaşadıkları şatoya eğlence olsun diye çağrılan çingenelerden biri ölümle cezalandırılacaktı ve Elizabeth dadısının yanından kaçıp adamın nasıl cezalandırılacağını gizlice izlemeye gitti. Adam yerde yatıyordu ve yanında bir at vardı. Atın karnı önce ikiye yarıldı ve adam zorla içine sokuldu. Daha sonra adam içindeyken atın karnı tekrar dikildi ve aile büyük bir zevk içinde atın ve adamın işkencesini izledi tabi Elizabeth de öyle. 
     Elizabeth, 12 yaşındayken bir köylüden hamile kaldı ve kızı bir daha ortaya çıkmamak üzere bir köylüye verildi. 1575 yılında Macaristan'ın Kara Şövalyesi sayılan ve en az onun kadar acımasız ve zalim Ferencz Nadasdy ile henüz 15 yaşındayken evlendi. Düğün hediyesi olarak onlara verilen Sarvar Şatosu gözlerden ırak olması sebebiyle Elizabeth için bulunmaz bir işkence merkeziydi. Nadasdy görevi itibariyle hep seferdeydi ve evden uzaktaydı fakat eve her geldiğinde karısına savaş esirleri üzerinde denediği yeni işkence yöntemlerini anlatıyordu. Nadasdy 1603 yılında zehirlenerek öldüğünde bile, Elizabeth  hizmetçileri üzerinde türlü işkenceler denemekten geri kalmadı.
    Kontes Bathory dillere destan bir güzelliğe sahipti ve yaşlandıkça yüzündeki kırışıklıklar korkulu rüyası olmaya başlamıştı. Bir gün hizmetçisi Elizabeth'in saçını tararken canını yaktı ve Elizabeth ona öyle şiddetli bir tokat attı ki kızın kanı Elizabeth'in eline damladı. Bu kan damlasıyla kızın gençliğinin ve güzelliğinin kendisine geçeceğine inanan Kontes, işkence yöntemlerini hizmetçilerinden çok güzel ve bakire köylü kızlar üzerinde denemeye başladı. Verdiği emirle her gün onlarca köylü kıza işkence edip, kanlarının tek damlasını bile ziyan etmeyecek bir şekilde kovalarda biriktiriyordu. Kimi kaynaklara göre bu kanlarla her gün kan banyosu yapıyordu ve kanın bir işe yaramaması onu her zamankinden daha da acımasız yapıyordu. Kaynaklara göre tam 650 köylü kızı bu yolda ağır işkencelere maruz bırakarak öldürdü. Eskiden kurbanlarının cesetlerinin saklanmasına ya da yok edilmesine çok dikkat eden Kanlı Kontes zamanla daha dikkatsiz olmaya başladı ve genç kızların cesetlerini öylesine şatosunun camından atmaya başladı. Daha sonraları kendisi gibi sapkın olan ve cadılık yaptığı söylenen Erszi Majorova, Kontes'e köylü kızlardan çok soylu ailelerin kızlarının kanına ihtiyacı olduğu fikrini aşıladı. Böylece Kontes işleri büyütüp, soylu kızları şatosuna çekmenin yollarını aradı. Fakat bu iş düşündüğü kadar kolay değildi. Şatoya giden kızlardan bir daha haber alınamaması dikkatleri Elizabeth Bathory'e çekmişti. En sonunda da yaptıkları yavaş yavaş çözüldü ve mahkeme huzuruna çıkarıldı. Soylu ailesi sebebiyle kendisi sadece şatosunda müebbet hapis cezasına çarptırılırken, yardım ve yataklık yapan yandaşları korkunç ölümlere mahkum edildi. Elizabeth Bathory odasında ölü bulunduğunda yıl 1614'tü. Cesedinin şatonun bahçesine gömülmesi köylüler tarafından hoş karşılanmadı ve gömüldüğü yerden alınıp Bathory aile kabristanına defnedildi.
     Bütün bunların yanında Elizabeth çok iyi yetiştirilmiş bir kadındı. Okuma ve yazmanın lüks sayıldığı bir zamanda Macarca, Latince ve Almancayı çok iyi bir şekilde konuşuyordu, zeki ve politikadan anlayan bir kadındı da. Bathory bu kadar zalimliğine rağmen 4 çocuk annesiydi ve kaynaklarına göre çocuklarının sağlığı ve eğitimiyle çok ilgiliydi. 
      Tarihçilere ve psikologlara göre Kanlı Kontes epilepsi hastası ve şizofrendi. Çok travmatik bir çocukluk geçirmiş olması ve aileden gelen genetik bir bozukluğun olma ihtimali de Elizabeth'in neden böyle hasta ruhlu olduğunu açıklıyor.
      Bram Stoker'in Kont Drakula karakteri için Elizabeth Bathory'den esinlendiği düşünülüyor. Aynı zamanda Transilvanya'daki vampir hikayelerinin kaynağının da Kanlı Kontes olduğu iddia ediliyor. Elizabeth'in şatosu şu an Slovakya sınırları içerisindedir ve ölümünün ardından bir daha kullanılmamıştır.